Volume 4, No 2, Summer 1994 |
Saniyorum, yukaridaki yazi basligi herkesçe degisik algilanabilecek bir nitelige sahip. Hangi tarihe, niçin ve kimin sahitligi gibi sorular ilk etapta akla gelenler. Benim ise zihnimden geçen geçen yilin son ayi ile içinde bulundugumuz yilin ilk aylarini kapsayan Türkiye ziyaretim esnasindaki memleketin manzara-î umumîsi hakkinda kendi yaptigim müsahedeler. Evet, tarihî bir dönemdi bu dönem. Bir seçim arifesini ve sonrasini kapsiyordu. Ayrica Türkiye'de her yönden çöken statükonun çatirdilarinin artik en sagir kulaklar tarafindan da rahatlikla duyulabildigi bir dönem. Her ne kadar --bizim dâhi ikili-- Basbakanimiz Tansu Çiller ile kapkati laik ve Atatürkçü yardimcisi Murat Karayalçin bu çatirdilari duyduklari halde tinmiyor gibi görünseler de bu böyleydi. Hani Türkçede bir laf vardir 'gözünü kan bürümüs' diye. Memleketin içinde bulundugu ekonomik krizde herhalde insanlarin gözünü bürüyen 'dolar' ve 'faiz' idi. Sokaktaki ayakkabi boyacisina kadar herkesin dolarin fiyati ve/veya faizin oranini tartistigi bir dönem. Diger yandan ise, siyasal yönden kokusmus bir rejimin payandasi olan çevrelerin kendi geleceklerine yönelik bir tehdit algilamalari sebebiyle toplumu kutuplasma pahasina gerginlige ittigi bir dönem. Bu gerginligi körüklemek isteyenler, Rusen Çakir'in tabiriyle "Islam'dan korkuyorlar" ve hatta içlerinden bir kismi "nefret ediyor, çünkü statükonun degismesini istemiyorlar. Statüko sayesinde iktidarlari var."[1]
Aslinda Türkiye'nin günümüzde yasadigi kriz, apansizin ortaya çikan ve beklenmeyen bir gelisme degildi. Bu baglamda 1980 askeri darbesi yalnizca teröre karsi ve de ülkenin iktisadi bir felakete yuvarlaniyor olmasi sebebiyle yapilmamisti demek zor olmasa gerek. Türkiye'de 1923'den beri hakim olan statükonun iflasinin artik ortaya çiktigi bir zamanda 12 Eylül rejimi bir tamirat rejimi olarak ortaya çikmisti. Jest ve mimiklerine varana kadar her yönden Ata'sinin izinde yürümek hususunda sadik kalmis olan Kenan Evren de öyle dememis mi idi? 1961 Anayasasi Türkiye'ye bol bir elbise giydirmisti. Evren o elbiseyi daha sik görünmesi için daraltacakti. Yalniz aci gerçek, tamirattan ziyade elbisenin degismesi gerektigi idi. Yani Ikinci Cumhuriyetçiler'in tabiriyle, Birinci Cumhuriyet miadini doldurmustu. Ancak asker kafasinin belli bir kapasitesi vardi; onun ötesine gidemiyordu. Her ne kadar sivil oldugunu zanneden Kemalist aydin tayfasindan daha pragmatik olmayi basarabilse de bu böyleydi. Sosyal, siyasal ve iktisadi düzenin sorunlari oldugunun farkina varmisti asker; fakat onlari tamiratla hallolur saniyordu. Ancak düzen degismeden de köklü bir degisim yasanabilecegini düsünmüyordu. Bir baska deyisle, kapitalist üretim yapisi degismeyecekti; fakat bunun öncülügünü devlet yerine burjuvazi yapmali idi. Türkiye'nin Bati'ya yönelimi degismeyecekti; fakat bu tepeden inmeci kültür müdaheleleri ile degil de Bati'ya yapisal bir eklemlenme ile olmali idi. Laiklikten vazgeçmek gerekmiyordu; fakat dinle çatismadan ve hatta insanlarin dindarlasma temayülüyle uzlasan bir laiklesme yasamak da mümkündü. Her alana burnunu sokan merkeziyetçi bir devlet anlayisi yerine, adem-i merkeziyetçi bir devlet anlayisi da mümkündü. Bizde II. Mahmut-Mustafa Kemal çizgisinin iflasi 12 Eylül'le ortaya çikmisken, Rusya'da Deli Petro-II. Katerina-Lenin çizgisi seklinde ortaya çikan, gelenegi karsisina alan tepeden inmeci-elitist-zorlamaci modernizmin iflasi Glasnost'la ilan ediliyor, Sovyetler Birligi'nin dagilmasi ile kesinlesiyordu.
Iste, Türkiye'deki iflas tam bir çöküse dönüsmeden Turgut Özal imdada yetisti. Özal daha isbasina gelmeden Türkiye'de artik her yönden tikanmis olan sistemin farkinda idi. Diger yandan ise 60 milyon civarinda, yaridan fazlasi genç olan nüfusun enerjisi disariya yönlendirilmez ve de artik sistemin tikanikligi açilamazsa bu enerji içerde harcanacakti. Yani toplumun bir gerilim sonucu kutuplasmasi ve sosyal-siyasal bir patlamanin vukuu bulmasi söz konusu olabilirdi. Akla gelen herseye müdahele eden bir devleti yürüten hantal, seçkinci ve halkina yabanci bir bürokrasi... Gümrük duvarlari arkasinda korunarak halkin soyulmasi pahasina palazlandirilmis simarik ve asalak bir burjuvazi... Her zaman sivil otoritenin üstüne çikmaya kendinde hak gören, istemedigi yönde olan gelismeleri dipçik ve postal tehditleri ile önlemeye çalisan ve Türkiye'de bugünkü sistemin kaçinilmaz olarak tikanmasina sebep olan temellerin/ilkelerin ve temelleri atanin/ilkeleri koyanin yilmaz savunucusu bir ordu... Ve Aydinlanma Çagi'nin bu çagi gerçeklestirenlerin torunlari tarafindan bile sorgulanmaya basladigi bir dönemde kendi kendilerine --Toktamis Ates'in yaptigi gibi-- dinazor teshisi koymak pahasina da olsa hiç sorgusuz savunuculugunu yapan 'laik' aydinlarimiz ve onlarla dolu ve onlari üreten üniversitelerimiz... Ve seviyesiz mi seviyesiz, ama seviyesizligine ragmen halkin zihniyle oynamaya kendinde hak bulan kokusmus bir basin... Karsisinda çevrenin herzaman gerilemek zorunda birakildigi merkez güçleri bunlar; diger bir tabirle Resmi Türkiye...
Bunlarin karsinda Özal 'çevre'nin temsilcisi oluverdi birdenbire. Ankara'nin tasina bak marsini söyleyen resmi söylemin karsisina Özal Burasi Mus'tur türküsünü söyleyenlerin temsilcisi olarak çikiyordu; çünkü resmi söylemi ve resmi Türkiye'yi sorguluyordu. Askeri kendi tayin ettigi çizginin gerisinde tutmak istiyordu. "Atatürk de elestirilebilmelidir" diyordu. Kürt sorunuyla ilgili tabulari yikiyor ve hacca giden ve cuma namazi kilan ilk cumhurbaskani oldugu gibi "ancak devlet laik olabilir; fert laik olmak zorunda degildir" diyordu. Herseye burnunu sokan merkeziyetçi devlet anlayisina karsi devletin küçülmesini savunuyordu. Ferdin Islami kimliginin önündeki engellerin kaldirilmasini talep ediyordu. Saglikli bir ekonomi ancak saglikli bir sosyal ve kültürel bir yapinin insasindan geçebilirdi. Bu da Türkiye'deki merkez güçlerinin hakimiyeti kirilmadikça imkansiz birseydi. Dolayisiyla Özal için Modern Türkiye'nin dünyadaki 'globallesme' diye adlandirilan yeni konjoktürde söz sahibi, iktisaden güçlü bir ülke olarak yeralmasi üç seyin yapilmasindan geçecekti: Demokratiklesme, sivillesme ve ulusun kültür kaynaklarina saygi. Özal modernlik ve kalkinmislikla Islam'i birbirlerine ters görmüyordu. Bu da Özal'i Islam'i hâlâ yalnizca bir kültürel gerçeklik olarak yasayan, devlet tarafindan ezilen ve seçkinlerce horgörülen halkin nazarinda öteki Türkiye'nin temsilcisi kiliyordu. Ve milyonlarca kisi onun cenazesini tekbir sesleriyle ugurluyordu. Belki cenazeye katilanlarin önemli bir kismi ona sagliginda oy bile vermemislerdi. Ve hatta pekçogu Özal'in kafasinda yatanin Fransiz modeli jakoben laisizmden dinî faaliyetlere nisbî bir özerklik saglayan ve bu saglanan özerkligi 'kazandigimizi kaybetmeyelim' psikolojisini körüklemek suretiyle dini hayatin politize olmasinin önüne set çekmede kullanan Amerikan tipi sekülerizme geçis oldugunun farkinda da degildi. Evet, Özal dinî kimligin bireysellesmis bir kimlik olarak sosyal alanda serbest ifadesinden ve hatta yayginlasmasindan yanaydi. Yalniz, bu protestanlasmis yani bireysellesmis Islam'i öne çikaran bir dinî anlayisti. O sebeple Özal, köylerde yasanan Islam'i kendisinin bireysellesmis Islam anlayisina en yakin anlayis olarak görüyordu. Köylü dinî hüviyetine sadikti; fakat kendisine yillardir zulüm yapan devlet elitine ragmen devlet babasina minnet duyuyor, seve seve gidip asker oluyor ve ölüyordu. Fakat, Özal ne düsünmüs olursa olsun, öteki Türkiye'nin gözünde kendilerinin bir parçasiydi.
Özal'la ufuklari açilan Türkiye, Özal'dan sonra hemen bir sene içinde, psikolojik olarak astigi Misak-i Milî sinirlarina tekrar hapsoldu. Kagit üzerine yazili 12 Eylül artigi anayasa maddelerini kaldirmakla demokratiklesme mesafesi katettigini zanneden yarim akillilar seçim kampanyasinda siginilacak tek koz olarak bir bölgenin sorununu askere tamamen devretmis olmalarini sunuyorlardi; yani kendi sloganlari ile "DYP'ye verilen her oy teröre sikilan kursun"du. Oysa o siralarda, Çankaya Köskünden gelen Baba'nin sesi, Basbakanlik konutundan gelen kizinin histerik çigliklari üzerinde parazit yapiyordu: "Cumhuriyetin basindan beri Kürt ve Türk yoktur, sadece Türk vardir diyerek bu noktaya geldik... Ama daha öteye gidemeyiz. Kürt varsa ve birileri ben Kürt'üm diyorsa bunu kabul edecegiz. Anayasa'daki esit vatandaslar olarak bir arada yasayacagiz. Irk gerçegini taniyalim." Bu beyanat, statükocu anlayisin sagdaki en belirgin ismi Demirel tarafindan kimin hangi irktan oldugunu belirleme hakkina sahip kutsal devlet anlayisi üzerine oturmus Birinci Cumhuriyet'in iflasinin itirafi idi Mehmet Altan'a göre.[2]
Daha Türkçe'yi düzgün konusmaktan aciz Basbakan agzini açani 'vatan haini' olarak itham ediyor; manasinin ne oldugunu bilme ihtimalinin sifir oldugu laiklik adina mitingler düzenliyor ve bu mitinglerde Türkiye'nin parçasi olarak görmedigi Refah Partisine de vatan haini damgasini yapistirmaktan çekinmiyordu. Özal'in ölümünden sonra hizli Kemalistler meydanlarda avaz avaz 'cumhuriyet ve laiklik düsmanlari'na lanet okuyordu. Hikmet Özdemir[3] ve Mehmet Altan'in[4] tabiriyle bu, müslümanligi yetmis sene önce sindirmeyi amaçlamis askeri laiklik anlayisinin bir tezahürü idi. Nedense Kemalizm'in diger dört ilkesi (halkçilik, milliyetçilik, devletçilik ve inkilapçilik) pek agiza alinmiyordu. Aslinda onlar da biliyorlardi söylediklerinin bayat malzeme oldugunu. Hele inkilapçilik konusundaki ironiyi Hasan Mezarci, Basbakan ve yardimcisi hakkinda 'sapka kanununa riayet etmemeleri' konusunda suç duyurusunda bulunarak çok güzel sergilemisti. Asil dert bir kere Özal'la sarsilmis olan statülerinin bir daha sarsilmasina imkan tanimamakti. Düzenin ayni kalmasi yeterli degildi; statüko da ayni kalmaliydi. Çünkü bu sefer çevrenin-öteki Türkiye'nin temsilcisi olarak gelen Islam'in kendisi degildi belki ama Tayyip Erdogan'in tabiriyle "üyeleri Islam'i ön planda tutan bir parti" idi (Zaman, 9 subat 1994). Ve böylece milli birlik ve bütünlük söylemi asimilasyonist, tepeden inmeci ve askeri laiklikçi Birinci Cumhuriyet'in son demlerinde vardigi paranoyanin adi olmaya basladi.
Azinlikta da olsa bu paranoyanin zararlarina laik kesimde de parmak basanlar vardi. Yukarida saydigimiz isimlere ilave olarak, --Ahmet Altan'la Kanal D'de Dinamit adli tartisma programini sunan-- Nese Düzel, Hürriyet'teki sütununda sunlari söylüyordu:
"Türkiye'yi milli birlik ve bütünlük diye bagiranlar bölecek. Cünkü, milli birlik ve bütünlük lafini kendi kisisel iktidarlarina payanda yapmak isteyenler, bu bütünlügün sadece ve sadece kendi fikirleri etrafinda olusmasi için direniyorlar.
Onlara göre bir tek milli birlik ve bütünlük var. O da, herkesin onlar gibi düsünmesi.
Kendileri gibi düsünmeyenher kisiyi, partiyi, grubu bölücü ve vatan haini ilan ediyorlar. Onlarin bu yaklasimiyla da zaten toplum onlar gibi düsünen vatanseverler ve onlar gibi düsünmeyen vatan hainleri diye ikiye ayriliyor.
"Milli birlik ve bütünlük temali, korkutucu ve tek fikre yaslanan nutuklar, genellikle devlet kademelerindeki yöneticilerden geliyor. Bu konusmalar sonucunda tek bir fikrin sahibi gibi görünen devlet, kendisi gibi düsünmeyen bütün vatandaslarini reddediyor. Onlari karsisina aliyor."[5]
Düzel'in de belirttigi gibi bu paranoyak milli birlik nutuklari, öncelikle Refah Partisi de dahil olmak üzere bütün Islamî olusumlari, Kürt kimligini talep edenleri ve sorunlarin gerçek demokrasi içerisinde çözülmesini isteyen laiklerin içinde azinlikta olan bir zümreyi kapsiyor.
Öncelikli olarak, --Ecevit'in de "Refah PKK'dan daha tehlikeli" sözünden de anlasilacagi gibi-- müslümanlari kapsiyor; çünkü müslümanlar Özal'li yillarin ortaya çikardigi dinamizmden en fazla kendini yenileyen kesim olarak çikmislardi. Kaçinilmaz olarak müslümanlarin bu genel dinamizminden Refah Partisi de nasibini almisti. "RP olarak biz toplumsal barisi saglamak için gerekli adimlari tüm toplum kesimlerine yönelik olarak atmaya basladik" diyor RP Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi Bahri Zengin; ve ekliyor:
"Biz diyoruz ki, toplumun baris içerisinde yasamasi için, devlet dahil, hukuk dayatmasi dahil, her türlü dayatmanin ortadan kaldirilmasi lazim. Insanlar olarak birbirleriyle ortak noktalarda bulusmali, ortak baglari güçlendirmeli; birbirlerinden ayrildiklari noktalarda da farkliliklari korumali, kollamali, güvence altina almali ve bunlara hosgörüyle, saygiyla bakmayi bilmelidir.
... Hiç kimsenin kimseye din, ideoloji veya bir etnik köken dayatma hakki yoktur. Insanlar Allah'in kuludur ve bütün insanlar kendi yasamlarini kendileri belirleme hakkina sahiptirler. (...) Türkiye'deki bu etnik çatismalari, ideoloji ve mezhep kavgalarini önlemeliyiz."[6]
RP bunlari sadece lafta birakmayip somut adimlar da atiyordu. Basörtüsüz, basörtülü ve çarsafli kadinlari birlikte RP mitinglerinde görmek mümkündü artik. Ayrica iddia edilenin tersine, Refah kadinlari politize eden tek etkili politik organizasyon olarak onlari pasiflikten kurtariyor ve Istanbul Kadinlar Komisyonu Baskani Sibel Eraslan'in dedigi gibi "siyasi platformda devrim" yapiyordu.[7] RP yoksulun partisi olmaya aday oluyordu. Büyük kentlerin çevresini kusatan insanlarimizin taleplerini merkeze tasimanin vasitasi oluyordu. Karsi çikiyordu sömürüye ve herkese firsat esitliginden söz ediyordu. Faiz toplumdaki iktisadi zulmün sebebi idi ve mutlaka kaldirilmali idi. Isçilerin yönetime katiliminin zaruretinden söz ediyordu. Gereksiz vergilere son diyordu. Ve yolsuzlukla rüsvete savas açiyordu. Her gün basina Sivas hadiseleri kakilan saf inanmis insanimizin sesi olmaya soyunuyordu. "Sivas'ta 37 yurttasimizi yobazlar ve cumhuriyet düsmanlari diri diri yaktilar... Konya'da kadin ve erkeklere ayri otobüsler tahsis ettiler" diye bagirmaktan bogazi patlayan laiklik sampiyonu Karayalçin her iki sehirde de dersini aliyordu. Sivas'ta halkin yüzde yetmisi Islamî egilimli iki parti olan RP ve Büyük Birlik Partisine oy verirken, Konyali vatandas bu hezeyan erbabinin partisine yüzde on bile oy vermezken, RP adayi Halil Ürün'ün aldigi oy miktari bir önceki seçime göre yüzde yedi artarak yüzde 48'e yükseliyordu.
Bahri Zengin'in yukarida kendisinden aktardigimiz yaklasimi, RP'nin parti söylemi oluyordu. RP'nin hukuk topluluklari tezi, bütün topluluklarin "hukuk kimliklerini" kendi inanis ve özgür tercihiyle istedigi hukuku seçmesini öngörüyordu. Ergun Yildirim bu hadiseyi öz olarak söyle açik hale getirmekte:
"Böylece inanislari ile uyumlu halde yasayan bireyler, düsünce-davranis çeliskisinden de kurtularak topluma daha yararli ve üretken bireyler olurlar. Hukuk topluluklari kendi yerel kültürel degerlerini, yasam biçimlerini vs. de daha rahat olarak sergileyebilirler. Böylece toplum, tek tip bir forma sokulmaktan kurtularak kendi gerçekligini dile getirir.
Hukuk topluluklari anlayisi, çogulcu bir toplum tasarimi araladigindan genis bir toplumsal diyaloga uzaniyor. Bütün toplumsal katmanlarin öznesi kabul edilerek, çatismaci bir tutumu disliyor. Nitekim RP alevilerle yakin diyaloga girerek onlarin yogun oldugu bölgelerde kendi temsilcileriyle aday çikararak Refah'a katilabileceklerini belirtti."[8]
Fakat insan kahraman olma arzusuyla, Bülent Ecevit'in yaptigi gibi, donkisotluga soyununca öküzün altinda buzagi aramasi da kolaylasiyor. Nitekim Ecevit, Refah Partisinin hukuk topluluklari projesini "müslümanlara seriati zorlamak için bir taktik" olarak tanimliyordu. Ve hatta bir televizyon kanalinda kendisine "RP iktidara gelirse ne olur?" seklinde bir soruya "çok tehlikeli, Allah korusun seriat getirirler" diye cevaplayarak ne kadar basiret sahibi oldugunu da gösteriyordu.
Refah bu kadarla da yetinmeyip, Kürt sorununa dair açiklamalari ile de merkeze karsi çevrenin sözcüsü oldugunu gösteriyordu. Kürtlerin yalnizca varligini sözle tanimakla kalmiyor, dillerini konusma, yayin yapma ve kendi dillerinde egitim hakkini da savunuyordu. Tabii ki, Kürtçü damgasini da yiyordu.
Ve derken meshur seçim öncesi anti-Refah kampanya... Bu kampanyanin sayisiz ithamlari içerisinde belli baslicalari sunlar: i) Refah-PKK isbirligi; ii) iktidara gelirse demokrasiyi kaldiracagi ithami (Emin Çölasan ile Oktay Eksi'nin bikmadan yazdiklari bir konu oldu bu); iii) Refah'in sosyo-ekonomik ve politik programinin Arap Baas partilerinden kopya oldugu iddiasi; iv) Refah'in Islamî cihat ordusu kurdugu; v) Refah'in topladigi zekati partinin masraflari için kullandigi suçlamasi; vi) Refah'in Bosna için topladigi paralari parti için harcadigi iddiasi... Derken Istanbul adayi Tayyip Erdogan aleyhine kampanyalar... Bu arada sahne ve film sanatçisi Hülya Avsar'in Türk halkini laikligi savunmaya çagiran beyanati ve Refah iktidara gelirse ABD'ye yerlesecegini açiklamasi... Ayrica SHP'nin kendisi ile Refah arasinda sundugu seçenek çok ilginç: SHP'ye verilen oylar çagdas yasam biçimlerinin, demokrasinin, laikligin ve Atatürkçülügün savunulmasi için olacakti; Refah'a oy vermek ise çagdas yasam biçimine düsmanligi temsil ediyordu...
Bütün bunlarin üstüne bir de meshur Hasan Mezarci hadisesi... Dokunulmazligi olan bir milletvekili aleyhine basinda çikan sekiz sütuna mansetler enteresan: 'Sapik', 'manyak' ve 'alçak' en hafif olanlari... Pesinden de halk arasinda "Laiklik Mitingi" denen "Ata'ya Saygi mitingi", daha dogrusu fiyaskosu... Çiller ve Karayalçin'in yaninda mitingdeki üçüncü lider, rejimin sikintili zamanlarinda her daim hatirlanmasi gereken bir zat oldugunu bize bir kez daha hissettiriyor: evet, Alparslan Türkes, rejim sikistikça tedavülde kalacagini bir daha ispatliyordu. Ertesi gün Meydan gazetesi baslik atmis: "Yobazlar girecek delik aradi." Oysa lise talebeleri ile devlet memurlari olmasa idi koca Taksim meydani her zamanki mesgul trafiginin disinda pek farkli bir seye sahit olmamis olacakti. Ancak 10 Nisan'da yine ayni meydanda plansiz programsiz vukuu bulan, Bosna'nin Gorazde sehrinde kimyasal silah kullanildigi söylentileri üzerine düzenlenen tel'in gösterilerinin asil kimlere girecek delik arattigini basina gözatan herkes anlayacakti. Hep bir agizdan "ihtilal provasi yaptilar" diyeceklerdi.
Bir Hasan Mezarci, bütün Türkiye'ye her zamanki olagan palavralarin sikildigi bir "Olaganüstü Atatürk Haftasi" yasatti. TRT haberlerinde verilen hergün Anitkabir'i ziyaret eden insan rakamlari hakikaten dogru olsa idi Refah'in Ankara'da seçim almasi imkansizdi.
Ya o meshur kamuoyu arastirmalarina ne demeli?... Korel Göymen Ankara'da rakipsizdi. Tayyip Erdogan yüzde 22'den yüzde 16'ya düsmüstü. Zülfü ise yüzde 12'den yüzde 26'ya yükselmisti. Seçime birkaç hafta kala, "biz artik seçimi aldik; ben öyle görüyorum" diyordu Zülfü kendinden emin bir sekilde... Seçim günü Refah'in zaferi kesinlesince eski Marksist Zülfü bir anda hizli bir Kemalist kesilip "bu sonuçlarin cumhuriyetçiler ve Atatürkçüler için bir uyari" oldugunu söylüyordu. Belki de sunu demek istemisti: "Bakin Kemalistler, sizi ben bile kurtaramadim; artik aklinizi basiniza toplayip zirvalamaktan vazgeçin." Ama Kemalistler ya da 'askeri laiklikçiler' bu defa da "seçimlerde saibe var" söylentileri ile bulanik suda balik avlamaya çalistilar. Saibe iddialarina ilaveten bir de seriat infazi dedikodulari... Ilave olarak çesitli yerlerde gösteriler ve tuhaf sloganlar... Sanki Refah Partisi seçimden umulanin üzerinde bir basari ile çikmakla suç islemisti. Artik müslümanlarin alismasi gereken bir durum olustu: Hergün müslümanlara küfrediliyordu. Böylece müslüman kitle üzerinde psikolojik bir baski olusturulmaya çalisiliyordu.
Sistemin kendisini ayakta tutmak için olusturdugu bir mekanizma olan seçim sandigindan kendisinin tikandiginin ilani çikiyordu. Bu seçimler öncesinde çevrenin hakimiyetini kaybetme kaygisinin en somut görüntüsü olarak seçim meydanlarinda bol miktarda Atatürkçülük, laiklik, cumhuriyetçilik ve modern hayati tercih hadiselerinin gündeme getirilmesine tanik olduk. Fakat seçim sonuçlari dayatmaci Kemalist laikligin artik iflasini sergiledigi gibi, modern hayatin ne oldugu konusunda bir avuç elit tayfanin Türk halki adina karar verme yetkileri olmadigini da gösterdi. Hazmedilmesi zor bir durumdu... Hazmedilemedi de... Murat Karayalçin bir kaç gün için 'hazimsizlik' problemi oldugu gerekçesiyle basina demeç veremedi... Ama yine de, Rusen Çakir'in umdugunun tersine "sosyal demokratlar 'laiklik, Atatürkçülük, çagdas yasam' gibi soyut ifadelerin yoksul insanlara pek bir sey demedigini, metropollerin varoslarindaki son kalelerini RP'ye kaptirinca"[9] da anlamis gibi görünmüyorlardi.
Seçim sonuçlarinin Güneydogu açisindan bakildiginda bir diger önemli neticesi merkezî güçlerin dayatmaci ulusculugunun artik kesinlikle iflas ettigidir. Ayrica, teröre karsi kendisini ilaç olarak gösterenlere, Güneydogu'da tatbik ettikleri reçetenin terörün dogrudan muhatabinca tasvip edilmedigini göstermektedir.
Öteki Türkiye'nin artik merkezde söz sahibi olmak istedigini bu seçimler ortaya koydu. Daha önce sagci partiler kanaliyla sadece bazi taleplerini Ankara'ya tasima gayretini göstermislerdi. Ancak bu defa Islamî kimlige de sahip çikarak söz sahibi olma arzularini dile getiriyorlardi. Müslümanlar, "artik bu ülkenin yönetiminde bizi dislayamazsiniz" demek istiyorlardi. Bu da Ali Bulaç tarafindan yeniden baslatilan Medine Vesikasi tartismalarini hizlandirdi.
Artik palavralara kanma konusunda en azindan eskiye göre daha temkinli idi öteki Türkiye'nin insani. Kütahyalilar cografya bilgisi iyi olmadigi gibi, artik ekonomi bilgisi oldugu da süphe mevzuu olan dünyanin en dâhi(!) Basbakaninin "Kütahya'yi Hollanda yapacagim" vaadine kanmadi. Kütahya'yi birak, Türkiye'nin en müreffeh beldesinin bu Basbakanin görevi süresince Hollanda gibi olma ihtimalinin yüzde sifir oldugunun farkinda olan Kütahyalilar, bu vaadi herhalde Kütahya'nin 'laleler sehri' yapilmak istenmesi olarak algilamis olsalardi gerek... Belki de Basbakan Kütahya'yi il yapmayi vaadetmek üzere idi ki, birden Kütahya'nin il oldugunu hatirlayinca aklina ilk gelen seyi söylemek zorunda kalmisti...
Seçim sonuçlari artik bir olguyu daha açiga çikardi: Türkiye'de sagi ile solu ile bütün partilerin endisesi Islamî egilimleri olan bir partinin iktidara yürüme ihtimalinin belirmesi... Basbakan, Refah'in iktidar ihtimalini Amerika'da kendi programina siyasal destek unsuru olarak kullanmaya çalismisti. Her ne kadar Mesut Yilmaz, Çiller'i bunun için elestirip ve Türkiye'de millî mutabakat hükümeti arayislarinin oldugu bir devrede, bu mutabakat hükümetinin Refah'siz olmamasini, aksi takdirde rakipsiz iktidar alternatifi olacagini söylese de, kendisinin daha önce Almanya seyahatlerinde Refah tehlikesinden söz ettigini unutmus görünüyordu. Refah'i sandiktan çikarmama kaygisi onu rakibi iktidar partisi ile iki turlu seçim kanununu çikarma konusunda isbirligine itti. Aslinda yerel seçimlerin tekrarlandigi yerlerde bunu pratige dökme imkanini ölçtüler: Fatih'te yeni muhafazakar adayi sayesinde kendi oyunu koruyan ANAP, özellikle de 'Refah kazanmasin da kim kazanirsa kazansin' endisesi ile hareket eden sol seçmenin oylariyla, 13 bin oy farkini kapatarak seçimi aldi. Bu arada MHP seçmeni ile bir kisim DYP oylarinin da ANAP'a teveccüh ettigi asikar. Fakat Beykoz'da RP ile ANAP arasindaki oy farki bin oydan az olmasina ve SHP'nin bu bölgede ANAP adayi lehine seçimden çekilmesine ragmen, RP yüzde 30 civarindaki oyunu yüzde 40'a çikararak seçimi aldi. Bu arada RP'nin Nevsehir'de tekrarlanan seçimi de oylarini yüzde 10 civarinda artirarak aldigini hatirlatmakta fayda var. Eger yenilenen seçimler ölçü alinacak olursa, iki turlu seçimlerin belli mahallerde Refah aleyhine islemesi söz konusu olsa bile umumi netice yine de RP muhaliflerinin beklentilerinin gerisinde olabilecek.
Bir diger husus da artik sag partilerin seçmen tabaninin da Türkiye'deki Islamizasyondan önemli ölçüde etkilendigi bir devrede, bu kitlenin Refah'a kaymasini önlemek için 'vatan-millet-Sakarya' ve 'ezan-Kur'an-bayrak' edebiyati hizlandirilarak sag partilerin muhafazakar çizgi tutmaya çalismalaridir. Özellikle tabaninin Refah'a kaymasi tehditini hisseden partinin ANAP oldugunu, Taha Akyol'un Milliyet'teki sütununda Mesut Yilmaz'dan aktardigi ifadelerden anliyoruz. Yilmaz kendi seçmenleri arasinda yaptirdiklari bir anketin, seçmenin çok önemli bir kisminin ANAP'tan sonra ikinci tercih olarak degerlendirdikleri partinin RP oldugunu gösterdigini söylemekte.[10] Bu sebeple ANAP 27 Mart seçimleri öncesinde diger partilere oranla RP'ye en az yüklenen parti oldu. Refah'in vitrin degisiklikleri ile liberal bir görüntüye önem verdiginin iddia edildigi bir dönemde, daha birkaç yil önce muhafazakarligin modasinin geçtigini ilan eden ve liberal kadrolara öncelik veren simdiki liderlerini seçen iki sag parti, sözde liberal liderleri vasitasiyla daha fazla muhafazakar karakter kazanmaya basladilar. Bu muhafazakar cephede yer alan bir sahsin da Ecevit olmasi dikkate deger. Aslinda artik partisinin adini 'Demokratik Sol'dan 'Gayri-demokratik söven'e çevirmesi gerekiyor sayin Ecevit'in... Isi Refah'in vatanseverligini sorgulamaya kadar uzattilar. Her ne kadar 27 Mart seçimleri öncesi dönemde anti-Refah kampa katilmada mesafeli davrandiysa da, yenileme seçimleri olan dönemde Mesut Yilmaz, müslüman tabani yüzünden korkulan partiyi "müslüman olmamakla" ithama kadar götürdü isi... Bunda tabii ki, Fatih adayinin dindar bir kisi olarak söhret yapmis olmasinin verdigi tabani kaybetmeme güveni ile diger partilerden aldigi destek de rol oynamisti. Ayrica Özalizmden kayan partiyi, Cengiz Çandar'in tavsiye ettigi gibi yeniden Özalist çizgiye oturtma zaruretinin[11] de bir neticesi olarak muhafazakar tonaji artiriyordu Yilmaz. Buna ragmen, ilginçdir, yenileme seçimini daha çok sansi olan yerde degil daha az sansi olan yerde aldi. Eger bu ANAP kurmaylarinca aday faktörünün önemi olarak algilanmissa, ilerde askeri laiklikçilerle ANAP'in görülecek hesabi var demektir. Ancak asil hesabin RP ile görülecegine süphe yok... Ve bu hesapta sistemin egemen güçlerinin DYP'nin eridigi su günlerde hesaplarini ANAP ve MHP üzerine yapabilecekleri ihtimali beliriyor. Büyük sehirlerde potansiyelini koruyan ANAP, Anadolu'nun pek çok yerinde erimeye baslamis durumda. ANAP'in erimeye basladigi yerlerde ise MHP'nin yükselise geçmesi sisteme bir süre nefes aldiracaga benzer. Yalniz burada ortaya çikabilecek bir problem var: ANAP'in sistemin açilmasi için Özalist bir çizgiye gelmesi zarureti, Yilmaz'la ortaya çikan statükocu tavirdan siyrilmayi da zaruri kiliyor. Bu ise laiklik ve Kürt sorunu konusunda statükocu anlayisi asmayi mecbur kiliyor. ANAP laiklik konusunda zaten halihazirda diger partilere oranla daha esnek bir tavra sahip ve Türkiye'de laikligin yeniden tanimlanmasi yanlisi. Simdi yeniden muhafazakarlasma sürecinde bu tavri Kemalistleri karsisina alma pahasina netlesecek. Hatta netlesmeye basladigini söyleyebiliriz de; çünkü Refah'i müslüman olmamakla suçlamasi bu dedigimiz yönde bir kaymaya isaret etmekte.
Kürt meselesi konusunda ise seçim öncesinde iyice netlesen militarist tavrinda degisme basladigina dair yeni pragmatizm örnekleri sergiliyor ANAP lideri. Ancak, MHP laikligin yeniden tanimlanmasi meselesinde kendi tabanini memnun etme gayretiyle bir karsi tavir almayacaksa da, Kürt meselesi MHP'nin konjoktürden istifade etmesine imkan sagladigi için, bu hususta kuvvetli bir itirazda bulunacagina hiç süphe yok. Kemalistlerin zaten basit bir laiklik bekçiligi yapmanin ötesine gidemedigi bu dönemde sistemin egemen güçlerinin kendi içlerindeki çeliskileri çözebilme becerisi Kemalizmde veya Özalizmde yahut da ikisi arasinda hangi noktada karar verilecegine veya karar verilememesi durumuna göre degisecek. Eger Özalizmde karar verilirse, bu durumda bizim sosyal demokratlarimiz devre disinda kalacagi gibi sistemin selameti için ANAP ile MHP'nin ikisine birden ayni anda oynamak zorlasacak ve hatta imkansizlasacak. Ancak, ilerde ortaya çikabilecek istenmeyen gelismelere karsi MHP'nin yine yedekte tutulmasina tahammül gösterilebilir. Belirtilmesinde yarar olan bir durum var ki, Kemalizm ile Özalizm arasinda bir tercihin yapilamamasindan dogan kararsizligin yol açtigi bunalim ise MHP'nin güçlenmesini ve kendi basina alternatif sunabilme acizligi yasayan ANAP'in ise erimesini beraberinde getirebilir. Fakat tüm bu tartistiklarimizin netlesmesinde en anahtar konumu ordu temsil ediyor. Ordu içinde hakim olan merkezci güçlerin, kendilerinin tamamen çaresiz olduklari kanaatine varmadikça Özalizme tam bir geçisi tasvip etmeleri imkansiz. Ancak Mahir Kaynak "su anda Türkiye'de Özalizmin temellerinin atildigini" iddia etmektedir.[12] Bununla eger Özalist fikirlerin altyapisinin atildigini iddia ediyorsa, bu büyük ölçüde dogrudur. Disardan Türkiye üzerine yapilan baskilar da Özalist anlayis paralelindedir. Eger Özalizmin yeni bir resmi ideoloji olarak benimsenecegini iddia ediyorsa, bu zaman içinde açiga çikacaktir.
Seçimin önemli sonuçlarindan biri de medyanin unutmamasi gereken bir ders almis olmasidir. RP'nin almis oldugu sonuç, medyaya Türkiye halki tarafindan güvenilmedigini ortaya çikarmistir. Çakir'in dedigi gibi, gerçeklerin degil, gerçegin imajinin pesinde olan medya, RP'nin iktidara gelince demokrasiyi kaldiracagi varsayimindan yola çikarak yüklenmeye devam etmektedir. Çakir'a göre bu "demokrasilerde seçim kazandigi için suçlanilamaz ilkesinin çignenmesidir." [13] Burdan yola çikarak sunu da söylemek mümkündür: Bu seçim ayni zamanda basinin en önemli unsurlarindan oldugu merkez güçlerin, demokratik mekanizmalar kanaliyla da olsa Islami kimligi ön plana çikaran olusumlarin iktidara yürümelerini engellemek için demokrasiyi de umursamayacaklarini ispatlamistir. Hele halki etkilemek için kamuoyu arastirmasi adi altinda hayal mahsulü tahminler yayinlamak gibi sahtekarliklardan geri durmayacakalarini da.
Eger bu seçim sonuçlarini daha somut olarak degerlendirmek gerekiyorsa, Refah'a oy veren ve verme temayülünde olan çevre insanlarinin kim oldugunu da analiz etmek gerekiyor:
1- Türkiye son on yilda halkin Islam'a ilgisinin hizla arttigi bir dönem yasadi.[14] Her ne kadar Islama meyleden kitlenin hepsi Refah taraftari yahut onun tarafindan etkilenmis olmasa da ve bu insanlarin önemli bir kismi son seçime kadar Refah'a oy vermemis olsa da, Refah'a yapilan saldirilarin aslinda partinin Islamî kimlige önem verdigi sebebiyle yapildiginin farkinda olduklari için son seçimde ülkenin pek çok yerinde --ANAP, DYP ve MHP'nin dindar olarak taninan adaylar ile seçime katilmalarina ragmen-- Refah lehine oy vermeye basladilar. Belki burada akla gelebilecek ilk sorulardan biri, neden Islamî kimlikle bu seçimlere istirak eden bir diger parti olan BBP'den ziyade teveccühlerin Refah'a yöneldigi. Bu husus ayri bir yazi yazmayi gerektirecek kadar teferruatli bir mevzuu. Yalniz, kisaca sunlari söylemek mümkün: BBP'nin yeni bir parti olusu, nispeten seçmence daha az taninir olusu ve propaganda imkanlarindaki sinirlilik, Islam'a yönelik saldirilarin daha çok Refah üzerine yogunlasmasi ve pek çok seçim mahallinde BBP'ye fazla bir sans verilmemesi. 1994 seçimleri, yukarida sözünü ettigimiz kitlenin yönelmesi açisindan bir trendin baslangicini olusturuyor. Bu trendi kendi lehine devam ettirebilmesi için Refah'in daha tutarli hareket etmesi gerekiyor önümüzdeki günlerde.
2- Yukarida sözünü ettigimiz hadise özellikle sehirlerde Refah'a olan yönelmeye katkida bulundu. Bunun sebebini söyle açiklamak mümkün: Modernlesme ve sekülerlesmenin yarattigi sorunlarla (televizyonda izlemekle beraber) günlük yasaminda (tamamen kaçinamasa da) o kadar fazla karsilasmayan kirsal kesimin insanlari Islam'a verdikleri öneme ragmen çogunlukla DYP'ye oy verirken, sehirlerin Islamî yönelimli insanlari modernlesmeyle gelen çatismalari yüzyüze yasadiklari için oylarini Refah'a yönelttiler. Neden kentlerde Refah lehine olan egilim agir basmaya basladi? Sosyolog Ergun Yildirim'a göre;
"... [T]oplumsal hareketliligin bir baska yönü olan kentlesme, kirsal muhafazakar nüfusun sehire akmasini getirdi. Kentin merkezî batici yasam alanlari bu kitlelerce kusatildi. Ancak hareketlilik merkeze de tasti ve orayi da degisime zorladi. Bu süreçte sermaye, egitim ve bürokrasi çok önemli islevler gördü. Tasrali muhafazakar esnaf, merkezlerde yeni sermaye birikimlerine ulastilar. Üstelik cemaatsal iliskilerini de buraya kanalize ederek batici sermayedarlara karsi kendilerini korumaya aldilar. Islami kimliklerini de is dünyalarina tasiyarak, sermayenin batici-devletçi tekellesmesini zorladilar. Egitim araciligiyla yine "çevre"den gelen ögrenciler, merkezdeki üniversitelerde okuyarak "modern dünya" ile tanistilar. Onun dilini ögrendiler. Onunla basa çikmanin ve onunla kendi kimliklerini koruyarak yasamanin yoluna ulastilar. Kisa sürede (...) bu ögrenci kategorisi bürokraside etkin oldu. Ayrica kendine güvenen, sorgulayan, düsünen, arastiran bir aydin kesimi meydana getirdiler.
Kirsal kesimden kentlere inen müslümanlar, "kusa-kurda yem olmadan" müslüman aydinlar, bürokratlar, sermayedarlar aktörlügünde kendilerini yeni sartlarda yeniden ortaya koydular. Çesitli tarikatlar, sermayedarlar, bürokratlar ve aydinlar reel olarak RP'nin içinde yer almasalar da, RP'nin yükselisini dolayli olarak etkilediler. Yasanan toplumsal degisme, RP'ye yansidi. Kitlelerin Islamilesme süreci, politik platformda RP'ye arti olarak geçti. (...)
RP, periferinin [çevrenin] kentli ortamda edindigi politik kimligin siyasal örgütlenmesine dönüstü bir bakima . Süphesiz ki, yasanan kitlesel Islamî degisimin getirdigi verilerle RP, ihtiyaç duydugu insani da bulabiliyordu."[15]
Yukarida Yildirim'dan yaptigimiz alintiyla olusum sürecine açiklama getirmeye çalistigimiz Müslüman aydinlar, Islamî yönelimli bir bürokrat ve serbest çalisan kesim (avukat, eczaci, doktor, mühendisler, vs.), bir isadamlari ve sanayiciler zümresi RP'ye iliskin bazi serhleri olmakla birlikte tercihlerini RP yönünde kullandi ve ayni zamanda RP'nin pek çok yerdeki adaylarini bu kisiler teskil ettiler.
Ayrica sosyal demokrat ve liberallerin iyice pekismis kokusmuslugu sehirlerin yoksul kesimlerini de Refah'i umut kaynagi olarak görmeye yöneltti. Sayisi 15'e çikan büyüksehirlerin oy dagilimlarina bakinca, RP yüzde 22'lik bir oranla birinci parti durumunda. RP aksine kirsal kesimde umdugunu bulamadi. Refah bir sehir partisi oldugunu kanitladi bu seçimlerde.
3- Anadolu'nun Islamî hususlarda her zaman hassas olmus küçük esnaf kitlesi arasinda da bu seçimlerle birlikte Refah yönünde tercih kullanmanin agirlik kazanmaya basladigini görüyoruz. Küçük esnaf zümresinin önemli bir kisminin giderek Islamî hassasiyetlerini Islamî bir hayat tarzini pratige geçirme arzusuna dönüstürdükleri müsahede edilen diger bir husus. Aslinda basindan beri MNP-MSP-RP yapilanmasi içinde küçük esnafin önemli bir yeri olduysa da, bu kesimde AP-DYP hatti çok daha etkili idi. Yeni dönemde bu zümre RP tabani içindeki eski merkezî konumunu kaybetmekle beraber, RP'ye daha fazla temayül göstermis bulunuyor.
4- PKK veya herhangi diger bir seküler Kürt milliyetçisi olusum altinda bagimsiz bir Kürt devleti kurma gayesini reddeden çok önemli bir Kürt kitlesi, ayri bir Kürt devleti degil de Islam'a dayali bir Türk-Kürt kardesligini esas alan bir politik yapiya olan arzularini Refah Partisi'ne oy vererek göstermis oldular. Bu arada belirtmekte yarar var: Bu Kürt seçmen RP'ye oylarini verirken asikar bir biçimde birtakim beklentiler içinde oy verdi. Bu beklentilerine karsilik bulamadigi takdirde gelismelerin ne yönde seyredecegi ayri bir tartisma konusu.
5- Her ne kadar yukarida verilen kategorilere onlar da bir ölçü de dahil olmaktaysalar da, isçi kesimini ayri bir zümre olarak ele almakta fayda var analizimizde. Hak-Is Federasyonu'nun isçiler arasinda etkinligini artirmasini Islamilesme, sekülerizmin zorlamaciligindan bikkinlik ve sistemin tikanmasinin isçiler üzerindeki tesirleri ile ele aldigimizda Refah'a oy veren kitleler arasinda isçilerin önemi reddedilemez. Refah'in Istanbul ve Kocaeli'nin pek çok ilçelerinde ve Karabük'te belediye baskanliklarini almasi ve Bursa ve Kocaeli sehir merkezleri gibi yerlerde oylarini artirmasi bunun göstergelerinden. RP sanayilesmenin yogun oldugu mahallerde seçimi kazanamadi ise de 1989'la mukayese edilince oyunu ikiye katladi. Her ne kadar seçimlerden sonra bazi RP'li baskanlar bazi isçilerin isine son verdilerse de, gerek bu isçilerin önceki belediyelerce ihtiyaç olmadigi halde partizan tutumlar sebebiyle istihdam edilmeleri, yeni kanunla merkezî hükümete mali güçlük içindeki belediyelerin mallarina ve gelir kaynaklarina el koyabilme hakkinin verilmesi ve son ekonomik krizin yol açtigi sikintilar dolayisiyla isçi kesiminin genelinden bir tepki gelmedi.
6- Yine yukaridakilerle baglantili, ancak kendi basina da önem tasiyan bir diger hadise Refah Partili kadinlarin aktif politik katilimi meselesi. Milli Selamet Partisini bir erkek partisi olarak tanimlayan Rusen Çakir, "simdi Refah denince kadin geliyor akla" demekte ve bunu "Refah'ta 1980'den sonra yasanan en büyük degisim" olarak görmekte. Bu sayede Çakir'a göre "bir çok dindar kadin (...) sosyal hayata katiliyor. Tabii bu 80'li yillarin türban olayiyla genç kizlarda baslayan Islamî politiklesmeyle de kosut bir sey."[16] Bu konuda Mehmet Metiner de Çakir'a paralel düsünüyor: "Müslüman kadinlarin basörtüleriyle --daha sonra basi açik hemcinsleriyle birlikte-- siyasi aktörler olarak mücadele alaninda yerlerini almalari ve hatta siyasal mobilizasyonu saglayan belirleyici bir güç olarak kendilerini kanitlamalari RP açisindan köklü bir degisimin ifadesi idi. Gerçekte erkek egemen bir parti olan RP, kadinlari siyasetin odagina oturtarak yeni bir hamle baslatti."[17]
Peki ya RP'li kadinlar kendi faaliyetlerini nasil tanimliyorlar? Bu konuda RP Istanbul Il Hanimlar Komisyonu Baskani Sibel Eraslan'a kulak vermekte fayda var:
"Seksen sonrasi gelisen Islamî hareket sadece bir reaksiyoner fraksiyon degil; entellektüel altyapisi ve diger ideolojilerle iliskisi ve düzlemini belirleme noktasinda üst yapisi belirlenmis bilimsel ya da daha dogru bir deyimle 'hikmet çerçevesinde ele alinan bir aksiyondur' diyebiliriz. (...) RP'li hanimlarin ... Türkiye ve dünya meselelerine sahip çikma; kadini tarif ve haklarini söyleme ve bu ugurda mücadele cephesi ile müslüman kadinin siyasî suurunu fiiliyata aktardigina inaniyorum.
... Siyasal bilinç içinde, hamasî teorilerin yasama aktarimini, üstelik çemberi gelistirerek gerçeklestirmistir RP'li hanimlar.
... Çalismalarimizda, tik tik kapi çalarak teblig usulüne biz siyasî literatürde 'tarama' diyoruz. (...) Bu fiilin olusmasina bizi sevkeden temel saik, beylerin siyasal suuru ve tebligi yapmakta kitlelere ulasmakta güçlük çekmeleriydi. (...) Erkekler gündüz fabrika ve isyerlerindeyken diger yogun ve kalabalik kitle evlerdedir. Bu düzenin atil hale getirdigi ve siyasi çalismalarda sürekli gözardi ettigi kitle ev kadinlariydi... Siyasi platformda bu tarz bir devrimdir."[18]
Artik Islam Türkiye'nin ana gündeminde. Hal böyle olunca Refah da bu gündemin önemli bir unsuru. Hem de Islamin gündemdeki yerini pekistirici bir unsur; ama tek unsur degil. Artik bütün gazeteler, dergiler, özel televizyonlar Islamdan ve müslümanlardan söz ediyorlar. Tartisma programlarina Islamci aydinlar bolca davet ediliyor. Laikler kendi aralarinda Islamcilara karsi alacaklari tavri tartisiyorlar. Bu arada Mehmet Ali Birand Islamci aydinlara ekranda yer verdigi için elestirilere ve tacize ugradigindan sikayet ediyordu.[19] Cumhuriyet gazetesi köse yazari ve Istanbul Üniversitesi Inkilap tarihi ögretim üyesi Toktamis Ates, Ali Bulaç, Fehmi Koru, Oktay Eksi ve Bülent Ecevit'le beraber katildigi bir özel TV tartisma programinin sonunda samimi bir itirafta bulunuyordu: "Desene bu durumda bizler de dinazor oluyoruz." Yani nesli tükenmekte olanlardan... Ah bu kadarla kalsa... Birand'in sundugu bir diger Çapraz Ates programinda tartisan Rusen Çakir, Ahmet Arslan ve Oktay Eksi laiklerin laikligin bile ne demek oldugunu iyi bilmediklerini kabul ediyorlar ve Türkiye'deki laikligin yeniden tanimlanmasi gerektigi hususunda (gönülsüz de olsa Oktay Eksi de dahil olmak üzere) hemfikir oluyorlardi.[20]
Laikligin yeniden tanimlanmasi gerektigi talepleri artik daha yüksek sesle dile getirilmesine ragmen, bu o kadar kolay olacak gibi görünmüyor. Çünkü, bir Mülkiye mezunu olarak, bu yeniden tanimlama hadisesine direnecek yeterince Mülkiyelinin üretilmis oldugunu görüyorum. Mülkiyelilikle daha çok bir zihniyete isaret ediyorum; somut örnegini Murat Karayalçin'da, Aydin Güven Gürkan'da ve Deniz Baykal'da görebileceginiz bir zihniyet.
Önümüzdeki yakin gelecek müslümanlar için psikolojik bir çatisma ortaminin hizlanarak devam edecegi bir dönem gibi görünmekte. Mevcut ekonomik sorunlar aslinda müslümanlar üzerine yapilacak saldirilari biraz azaltiyor. Çünkü siyasetçilerimiz ekonomik sorunlar hakkinda da konusmak zorunda ve gazetelerimizin de bunca ekonomik sorun varken her sayfa ve sütunu RP ve müslümanlara ayirmasi imkansiz. Sartlar Refah lehine isliyor. Anti-Refah cephenin ise Refah'a karsi su an en büyük kozu iki turlu seçim kanununu çikarmak. Refah'in mevcut sartlardan iyi yararlanabilmesi için: i) Önce kendi tutarsizliklarini tamir etmeli, bu hem nazari hem de tatbiki bir zaruret; ii) yönetimi devraldigi belediyelerde mutlaka basarili olmak için gayret göstermeli; iii) seçim öncesi olusmus olan müslümanlar arasi diyalog ortamini hiçbir grubun kimligine müdahele edilmemek kosuluyla gelistirmeye calismali; iv) Refah disindan müslüman zümrelerden gelecek katkilara soguk bakmamali ve gelen elestirilere açik olunmali; v) yönetim yapisi mevcut oligarsik karakterinden tabanin sesine daha açik olacak bir yapilanmaya dogru yönlendirilmeli; vi) tasra teskilatlarinin daha hosgörülü ve köylüye de yönelik faaliyette bulunabilecek kisilerce idare edilebilmesi için gerekenlerin neler oldugu üzerinde ciddi olarak durulmali; vii) büyük sehirlerdeki faaliyetler hiz kaybetmeden devam ettirilmeli; ve viii) her partinin en az Refah kadar müslüman oldugunu ispatlama derdinde olacagi önümüzdeki günlerde kendisinin Islamî zihniyeti önceleyen tavrini daha fazla vurgulayarak, Islam'i bir hayat tarzi olarak algilamakla Islam'a opurtünist heveslerle sarilmak arasindaki farki net olarak ortaya koymaya çalismali.
Bu arada gerek RP'li gerekse RP disindaki müslüman kitlelerin RP'den beklentileri konusunda pembe bir gelecek hayaline kapilmamalari zarureti oldugu kanisindayim. Ayrica kendi kafamizdaki Islamî gelecege ya da modele bakarak RP'ye karsi insafsizlik etmememiz de gerekiyor. Refah Partisi halihazirda pek çok çeliskileri içerisinde barindiriyor. Bu çeliskilerin bir kismini mevcut sistem içerisinde çalisip fakat onu degistirmeye yönelik bir gayeye sahip olmasi üretiyor; çünkü bu RP'yi her zaman savunma durumuna sokuyor. Tabii beraberinde RP'den beklenmeyecek tavizleri de getiriyor. Çeliskilerin bir kismi ise partinin kendi bünyesinden --teskilatindan, programindan ve onu olusturan kitlenin özelliklerinden-- kaynaklaniyor.[21] Bu çeliskiler gelecekte bir iktidar halinde azalmayacak; daha da artacak gibi görünüyor. Bizim üzerimize, RP'li olmasak da, halis niyetlerle yola çikanlar için Allah'tan yapacaklari hizmetlerin müslümanlarin genelinin hayrina neticelenmesini dilemek düsüyor. Muhtemel bir Refah iktidarinin da ne gibi tavizler pahasina elde edilebilecegi, ya da bu iktidarin verilmemesi halinde Türkiye müslümanlarinin Cezayir'deki tepkiyi gösterip gösteremeyecegi ayri bir tartisma konusu. Ben sahsim adina RP'den bekledigim iki sey var: i) Müslümanlari utandirmayacak hal ve hareket tarzina sahip olmaya bir süreklilik unsuru olarak devamli itina göstermeleri, ii) müslümanlarin önündeki engellerin kaldirilmasinda mesafe katedilmesine vesile olmalari. Bunlardan ikincisi RP'yi sadece söylemini degistirmeye ve tutarlilastirmaya itmekle kalmiyor, RP'nin strateji ve eylemlerinde de söylemle tutarli bir sekilde sürekli degisime tabi olmasi zaruretini doguruyor. o
"Sevsinler senin entelligini, fikir özgürlügünü ve demokratligini!... Eger sen yürekli adamsan, bu kavramlara gerçekten inaniyorsan, programina birgün beni çikar da seni iyi bir çapraz atese alayim. ... Ve göstereyim sana dünyanin kaç bucak oldugunu. Ama nerdeeee sende o yürek!
Haydi dolarli kazançlarin hayirli olsun. Yurt disinda malin mülkün daha da artsin. (...) Türkiye kaybediyormus, senin umurunda mi? Yeter ki sen kazan!"
Birand'in kendisine yapilan elestirilere Hincal Uluç'un nezdinde cevabi için bkz. Mehmet Ali Birand, "Ben de Hincal'a Katilamiyorum," Sabah, 20 Nisan 1994 ve "Susturun Bu Insanlari, Rahat Edelim," Sabah, 14 Nisan 1994.
"... Atatürk'ten sonra gelen laik kadrolarin bilinçsizligi, kör bir yasaklama ile yetinmeleri ve bugüne kadar geçen dönem içinde de yine laik kesimin karsit görüsü ve bunlari temsil edenleri küçümsemeleri, sirtini sadece devlete dayayip 'birsey olmaz, biraz baslarini kaldirirlarsa devlet onlari susturur' yaklasimini sürdürmeleri üzerinde duruldu. Laiklerin donanimsizliklari, konuya iliskin bilgisizlikleri, halka inip bu ilkeleri benimsetmek zahmetine girmemeleri de hatalarin arasinda sayildi."
Bu programa tam yukarida Birand'dan aktarilan satirlarda tarif edilen bir laik tipi tarafindan yapilan elestiri için bkz. Hikmet Çetinkaya, "Laiklik Nedir?" Cumhuriyet, 28 Nisan 1994.