Volume 3, No 2, Spring 1993 |
Iki bölüm olmasini tasarladigimiz bu yazinin gayesi, Islami hareketlerin neden ve nasil ortaya çiktiklarini açiklamada, Islami açidan nasil bir yaklasima sahip olmamiz gerektigi üzerinedir. Ancak Islami hareketlerin ortaya çikis sebeplerinin fikri çerçevesini vermeden önce böyle bir konuyu anlatmada çok önemli olan laiklesme ve din kavramlarinin Islami muhteva içinde nasil bir mana içermesi gerektigini izah etmemiz zaruridir. Bu iki kavramin Bati'da anlasilis biçimi, son zamanlarda Islami hareketlerin sosyal alanda en gözde konulardan biri haline gelmesine ragmen, Bati'da Islami hareketler vakiasinin özünün kavranmasina nasil mani teskil ediyorsa, müslüman toplumunda (ve dolayisiyla düsüncesin üzerinde) da Bati tesiri sebebiyle müslümanlarin da saglikli bir yaklasim gelistirmelerini engellemektedir. Bu sebeple yazimizin bu ilk bölümünde, Islami hareketlerin ortaya çikis sebeplerinin fikri çerçevesini vermekten ziyade, baslica su meselelerle ilgilenecegiz: i) Islami hareketleri açiklamak için önesürülen hakim yaklasimlarin üzerine oturdugu yanlis varsayimlara dikkati çekmek; ii) bu yanlis varsayimlara sebebiyet veren unsurun Bati düsüncesinde din kavraminin idrak edilis sekli olduguna ve Islamin da bu idrak çerçevesinde degerlendirildigi hadisesine deginmek; iii) Bati'da din kavraminin bugünkü manasini ortaya çikaran laiklesme sürecinin dinamiklerini izah ederek laiklesme ve din kavramlarinin mevcut algilanis tarzi üzerinde durmak; ve iv) Islami bir bakis içerisinde laiklesmenin nasil anlasilmasi gerektigine isik tutmak. Gelecek sayida yayinlanacak olan yazimizin ikinci bölümünde ise, Islami bakis açisina göre din kavrami -- bu kavramin açiklanmasinda zaruri olarak deginilmesi gereken kavramalarin yardimina basvurularak -- kisaca izah edilecek ve Islami hareketlerin ortaya çikis sebebinin fikri çerçevesi sunulacaktir. Laiklesme ve din kavramlari yerli yerinde anlasildiginda görülen odur ki, Islami hareketler dini hareketlerdir, çünkü Islami hareket Allah'in insana yüklemis oldugu hilafet görevinin gerektirdigi sorumluluklarin ve Allah'a karsi olan sükür borcunun yerine getirilmesi gayesiyle Allah'in gönderdigi hükümlerin yeryüzünde uygulanmasi için çizdigi yoldan gidilmesi eyleminin adidir.
Islami hareketin dini bir hareket oldugu su götürmez bir gerçek iken, günümüzde müslümanlar arasinda bile, Islami hareketin varligini kapitalizm ve komünizmin müslüman toplumlarda iflas etmis olmasi ile açiklamaya ve Islami hareketin sosyo-ekonomik ve siyasi bir olgu oldugunu göstermeye çalisan tesebbüsler vardir. Hiç süphe yok ki, bu tesebbüsler müslüman zihninin hâlâ Bati'nin hakim yaklasimlarinin tesirinden yeterince kurtulamadiginin isaretidir. Günümüzde hakim olan Bati sosyal bilimi kaynakli yaklasimlarin Islami hareket vakiasinin ne oldugunun özünü kavrayamamasinin en önemli göstergeleri bu yaklasimlarin üzerine dayandiklari su üç temel yanlis yerlesik kanaatde aranmalidir: i) Islami hareketler dini degil sosyal hareketlerdir; ii) Islam, sosyo-ekonomik gelismenin ortaya çikardigi belirsizlikler karsisinda, gelismeye uyum saglayamayanlar için bir siginak islevi görmektedir; ve iii) Islami dünya görüsünün teolojik meselelerin ötesinde siyasi ve sosyal meseleler üzerinde durmasi kendi içinde çeliski ihtiva etmektedir. Bu yanlis telakkilerin en bariz sebebi Bati düsüncesinde din kavraminin anlasilis biçimi ve Islam'in da bu baglam içerisinde degerlendirilmesidir. Bir baska deyisle, din kavraminin günümüzde yaygin olan manasi, Bati toplumunun tarih boyunca yasamis oldugu fikrî, kültürel, siyasi ve sosyal serüvenin bir ürünü olup, Islami muhteva içinde dinin tanimlanis biçimine ters düsmektedir. Bu nedenle bu yazida üzerinde durulacak husus, teker teker bu yerlesik kanaatlerin yanlisliginin gösterilmesi degil, bu yanlisliklari doguran din kavraminin anlasilis biçimidir. Bunula birlikte, yazinin genel gidisi içinde yapilan açiklamalarin genel niteligi, yukarida özetlenen kanaatlerin yanlisligini göstermeye kafidir.
En özlü olarak, insan hayatinin bütün yönlerini kapsayan ve yönlendiren Allah'in koymus oldugu hükümlerin, çizmis oldugu yolun bastan sona bir bütünü olarak ifade edilebilecek olan Islamdaki din kavrami, Bati medeniyetinde -- veya orijininden saptirilmis Hiristiyan-Ibrani geleneginde -- hiçbir zaman kök salmamistir. Bunun sebebi ise istikametinden saptirilmis ve ifrata varan dünya hayatina düskünlük ile tefekkür ve fiiliyat bazinda Allah'in hükümlerinin belirleyiciliginin reddedilmesi ve insanin kendisini temel belirleyici konumuna getirmesi gayretidir. Bir baska tabirle, Hiristiyanligin laiklesmesi süreci içinde din kavramina Bati dünyasinda, gerçek ilahi orijininin disinda bir anlam yüklenmistir. Bu vakiayi Malezyali düsünür al-Attas söyle açiklar: Hiristiyanligin merkezinin Kudüs'ten Roma'ya kaymasi iki önemli sürecin baslangicini temsil etmektedir: i) Hiristiyanligin Batililasmasi; ve ii) Hiristiyanlik tarihinde laiklesmenin momentumunu doguran ve hizlandiran Batili elementlerin tedrici ve pespese olarak Hiristiyanliga sizmaya baslamasi. Özgün ve hakiki Hiristiyanliktan Hiristiyanligin Batili tipine dogru dönüsümde merkezi öneme haiz olan husus Hiristiyanligin resmi din payesi alarak Roma Imparatorlugu'nun çikarlarina göre düzenlenip "koruma" altina alinmasidir (al-Attas 1985, 15-20; Unaltay 1990, 22). Bu durum, ifa ettikleri vazifeler açisindan prensip geregi kilise ve devletin ayri olmasina ragmen, kiliseyi, Roma imparatorlarinin siyasi gücünü ve otoritesini kutsayarak mesrulastiran kurum olmasi sebebiyle, islevi geregi önemli bir siyasi ve toplumsal güç haline dönüstürmüstür. Dini ve siyasi müesseseler birbirinden ayridir; fakat pratikteki Hiristiyanlik ve devlet arasindaki iliski organiktir. Iliskinin kaynagi ise, vahy esasina dayali olma degil, siyasi otoritenin çikarlaridir; yani iliskinin niteligi laiktir. Dolayisiyla, laiklesmenin "resmi bir dinin olmamasi" veya "din ile devletin birbirinden ayri olmasi" manasini tasimamasi gerekmektedir. Aksine, laiklesme sürecinin en mühim ana unsurlarindan birisi kilisenin bir kurum olarak suurlu bir biçimde siyasi otoriteye kutsanmis bir mesruiyyet kazandirmaya çalismasi gayretidir (al-Attas 1985, 20).
Resmi dine dönüstürülmesinin yanisira, Hiristiyanligin laiklestirilmesi sürecine katkida bulunan bir diger husus, eski Yunan kültürünün Hiristiyanligin zorunlu bir unsuru haline gelmesidir. Hiristiyanligin, Roma toplumunun kurumsal yapisi ile Yunan kültürünün kaynastigi bir ortamda gelismesinin tesiriyle, Yunan kültürü Hiristiyan dini yönelimlerinin baslica yapisal unsurunu saglamistir. Yunan felsefesinin Bati ilahiyatina sizmasi onyedinci yüzyilda Descartes tarafindan ilan edilen Bilim Devrimi'ne yolaçmisken, Bilim Devrimi ise onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyillarda süphecilige, günümüzde ise ateizme, faydaciliga, diyalektik maddecilige, evrimcilige ve tarihselcilige kapilari açmistir. Roma ise, bu dini yönelimlere kurumsal unsurlar ve hukuki bir sistem sunmustur.[1]
Yukarida üzerinde durdugumuz dinin özünden verilen tavizlerle baslayan (ve burada ayrintilarina girmemiz imkansiz olan) süreç, laiklesmenin bugünkü tanimi ile sonuçlanmistir: Toplumun isleyisinde dinin referans noktasi olmaktan çikmasi; ferdin usu [2] ve lisani üzerindeki dini ve metafizik denetimden kurtulmasi ve geleneksel dinle baglarinin kopmasi; inancin bir kültürün birlestirici unsuru olmaktan çikmasi; dini müesseselerin zayiflamasi; ve siyasi otoritenin kayanaginin dünyevilesmesi. Kisaca, laiklesme çagdas toplumlarin kendilerini tanimlamasinda kriter olan bir süreçtir. Artik laik çagdas bir toplumda insanlar hayatin anlamini, ilahi bir güç tarafindan teminat alinmis olan bir düzende yasiyor olmanin önemine göre tanimlamamaktadirlar (Lecher 1991, 1103; Cox 1965). Tabiî olarak da, bu muhteva dahilinde, laiklesme, toplum ve kültürün dini denetimden kurtuldugu tersine döndürülemez bir tarihi süreçtir.
Bu tarihi süreç fikrinin arkasinda yatan kanaat, insanlik tarihinin her zaman daha ileri bir merhaleye dogru gelistigidir. Comte, Durkheim, Morgan ve Marx gibi çesitli Batili fikir adamlari toplumlarin basitten karmasik bir yapiya dogru gittiklerini öne süren çesitli ilerleme modelleri gelistirmislerdir.Bati'nin genel zihin yapisini yansitan bu modellerin hepsinde dinin giderek toplum hayatindaki rolünün azaldigina vehmedilmistir. Böyle bir zihin yapisina bakildiginda görülecektir ki, din toplumsal gelismenin ileri merhalelerinde kaçinilmaz olarak önemini kaybedecek bir olgudur. Durkheim'e göre din, "kutsal kaynaklara dayali birlesik bir inançlar ve fiiller sistemidir ve bu inançlar ve fiillere dayanmis olanlari tek bir ahlaki topluluk olarak birlestirir" (1965, 62). Birlesik inançlar ve fiiller sistemi ile kastedilen, insanlarin kendi normal anlama yeteneklerinin ötesinde kabul ettikleri kaynaklarla olan münasebetleri hakkindaki bir felsefedir. Marx ise dini kitlelerin afyonu olarak görür; çünkü dini müesseseler isçileri bu dünyadaki acilarin karsiligi olarak öbür dünya ile teselli eder ve onlarin dünyadaki hayatlarinin iyilestirilmesi meselesi ile ilgilenmez. Bir diger tanima göre, "din, insan için evrende yasamayi 'evde' yasama gibi hissetirmeyi mümkün kilan idrake dayali ve normatif bir yapidir" (Berger ve digerleri 1973, 79). Dolayisi ile din, topluluk içinde yasamanin gerektirdigi çesitli insan ihtiyaçlarini tatmin eden bir olgudur (Wentworth 1986, 48). Bununla birlikte toplum yapisinda, bilimde ve teknolojide meydana gelen degismeler insanin düsünce biçimi ve davranisina tesir edecektir. Bu tesirin neticesi, artik insanlar, din tarafindan karsilanan ihtiyaçlarini hür fertler olarak kendileri karsilayabilir hale geldiklerinde kaçinilmaz olarak dinin bütün tesirleri laik normalarla yerdegistirecek ve din ferdin sahsi bir meselesi haline dönüsecektir. Modern toplumda din degil, ulusculuk insanlarin siyasi kimligini ve sadakatini saglayan unsur olacaktir (Shupe 1990, 19; Sahliyeh 1990, 3-4). Bu düsünce tarzina göre, dini ihya hareketleri, modernlesmekte olan toplumlarda karsilasilan toplumsal ve psikolojik rahatsizliklar, birtakim gerikalmis baskaldirilardir (Halpern 1963) veya daha iyimser bir tabirle savunma mekanizmalaridir.
Bu arada inkar etmememiz gereken bir husus, bir kisim Batili sosyal bilimcilerce -- dinin tanimi konusunda hakim düsünceden farkli düsünmemelerine ragmen -- dinin modern toplumdaki yeri ve rolü konusunda su ana kadar gelistirilen tezlere karsi bazi itirazlar yöneltilmeye baslamistir. Herseyden önce, dinin geleneksel bir siyasi güç olarak degismeye uyum saglamaya muktedir olmadigi görüsü artik sorgulanmaktadir; çünkü günümüzde, dünyanin degisik yerlerinde gözlemlenen tecrübeler dinin hâlâ hayati bir siyasi güç oldugunu ortaya koymaktadir (Sahliyeh 1990, 6; Voll 1982, 275). Ayrica, dini hareketlere siyasete katilim için gerekli kaynaklar ve motivasyonlar saglamalari sebebiyle, modernlesme ile din arasindaki karsilikli etkilesim üzerinde yogun bir biçimde durulmaya baslanmistir. Kitle haberlesme araçlarinin yayginlasmasi ve dini hareketlerce etkin bir biçimde kullanilmasi ile egitim imkanlarinin genislemesinin Islami siyasi suurlanmanin azalmasindan ziyade artmasina katkida bulundugu üzerinde durulmaktadir (Voll 1982, 279; Hudson 1980, 15; Hunter 1988, 282). Teori ile pratik arasindaki bu farklilik, laikligin kati bir taniminin sadece Batili-Hiristiyan tarihi açisindan geçerlilik arzettigi görüsünün yayginlasmasina yolaçti. Müslüman toplumlar açisindan bu hadiseyi Voll, toplumsal baskinin laiklesmeden ziyade mevcut sartlara isik tutacak yeni bir Islami anlayisin gelistirilmesi yönünde oldugunu belirterek açiklamaktadir (1982, 275). Sahliyeh'in tesbiti ise, bugün bazi Üçüncü Dünya toplumlarinda dinin sosyal degismenin temsilcisi olarak islev gördügüdür (1990, 5). Artik Batili sosyal bilimciler dinin siyasetten ayrilmasi ve dinin ferdin hususi haline dönüsmesi konularindan bahsederken, bunlarin her toplum için geçerli degismez ve kesin dogrular oldugu iddiasinda eskisi kadar kendilerine güvenmemektedirler. Mesela, Crecelius (1980, 70) laiklesme konusunda öne sürülen tezlerin Misir toplumunda, küçük bir kesim müstesna, gözlenemeyecegini ve dini degerlere bagliligin Misir nüfusunun çok önemli bir kisminin karakteri oldugunu iddia etmektedir.
Bazi Batililarin laiklesmenin evrenselligi ve dinin rolü konusunda mevcut perspektiflerin yetersizliklerini ortaya koymalari biz müslümanlar açisindan temel meselenin ne oldugunun anlasilmasinda fazla yardimci olmamaktadir; çünkü laiklesme tezlerinin eksikliklerini gösterenler, önceden yapilan iddialarin gerçek hayatta -- özellikle müslüman toplumlarda -- gözlenememesiyle alakalidirlar. Oysa mesele burada degildir. Farkedilmesi gereken nokta, laiklesme ve din kavramlarinin Bati'da tanimlanis biçiminin, Bati toplumlarinin laiklesen düsünce, kültür ve tarihi deneyimlerinin ürettigi bir tanim oldugudur. Fakat laiklesme, Bati'nin tarihi tecrübesinin sonucu olarak ilk olarak Bati'da görülen ve oradan diger bölgelere yayilan bir olgu degildir. Laiklesmeyi Bati'ya mahsus tarihi sartlar sebebiyle sadece orada belli bir dönemden sonra ortaya çikmis, baska yerlerde benzer sartlar olmadikça belirmeyecek bir olgu olarak düsünmek de yanlistir. Bu baglamda, bugün hakim olan laiklesme tanimi ve teorileri, Bati kültürünün vahye dayali temellerden mahrum olmasi sebebiyle, Bati'daki laiklesme olayini da dogru olarak açiklamaktan uzaktir. Laiklesmenin Bati'da baslangici en iyimser olarak kiliseye karsi mukavemetin baslamasina kadar götürülürken, Hiristiyanligin resmi din ilan edilmesi ve kilisenin Hiristiyanligin laiklesmesinde oynadigi büyük rol görülmezlikten gelinmektedir. Oysa Allah'in vahyi ile -- din maske edilerek bile -- oynanmasinin vahyin rafa kaldirilmasina yol açmasi sasirtici olmasa gerektir. O halde laiklesme hadisesine nasil bakmamiz gerekmektedir?
Islami muhteva içinde laiklesme, insanin kendi çevresindeki varliklarla ve Allah'la olan iliskisinde, hareket noktasini ilahi (vahye dayali) kaynaktan almasi yerine, fiillerinin ve düsüncesinin orijinini kendisine (yani insana) dayandirmasidir. Bu durumda "insanin sosyal ve tarihi varolusu içinde, laiklesme en az din kadar bir gerçeklik tasimaktadir" (Nasr 1981, 8). Bir diger ifade ile laiklesme, belli bir zamandan sonra ve belli bir bölgede rastlanan bir olgu olmanin ötesinde insanlik tarihi boyunca ve her toplumda rastlanan bir gerçekliktir. Hangi dönemde ve bölgede olursa olsun ilahi olmayan her fikir ve müessese laiklesmenin birer emaresidir. Fikirlerin ifade edilis sekli (retorigi) ile müesseselerin mesrulastirilma tarzlarinin dini (!) bir üslupla ifade edilisi yukarida verdigimiz yargiyi degistirmez. Islami bakis açisi içerisinde, bu söylediklerimizin dayanagini Kur'an'daki heva kavraminda bulmaktayiz. Bu kavramin Kur'an'da kullanilis biçimi, Islami açidan, laiklesmenin ne oldugunu anlamamizda ve idrak etmemizde çok mühim bir yer teskil etmektedir. Özellikle de, laiklesmenin pek çok müslümanin anladiginin aksine, zorunlu olarak ve açik sekilde Allah'i ve dini reddetmekle sinirlandirilamayacagini, Kur'an'da Ehl-i Kitap'tan sözederken, bol bol heva kavramina atifta bulunulmasindan anlamak mümkündür. Mesela Bakara Suresinin 120'inci ayetinde söyle buyurulmakta [3]: "Sen onlarin milletine tabi oluncaya deyin senden ne Yahudiler ne de Nasraniler hosnut olmazlar. De ki: Asil hüda, Allah'in hidayetidir. Eger sana gelen ilimden sonra, onlarin hevalarina uyacak olsan, yemin olsun ki, senin için Allah tarafindan ne bir yar bulunur ne de bir yardimci."
Bu ayette sözü edilenler (Yahudiler ve Hiristiyanlar) bir olgu olarak dini tamamen reddeden insanlar degildir. Mevdudi'nin tabiriyle onlarin özelligi "Hakikatin samimi arayicilari olmamalaridir." Ayni zamanda onlar hakikatin samimi arayicilarindan asla hosnut da olamazlar; çünkü "onlar için dinde kendi arzu ve sehvetlerinden memnuniyet almalarina imkan verecek hiçbir firsat birakmamaktadirlar." Onlarin aradigi, "Allah'a ibadeti, kendi nefislerine ibadet için bir örtü yapmaktir" (Mevdudi 1991, 107). Allah'in müslümanlari bu ayette onlarin hevalarina uymamak için uyarmasi bizim konumuz açisindan ayri bir öneme sahiptir. Kur'an heva kavramini "nefsin sehvetlere egilimi, keyfe düskünlük, sehvete düskün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs" olarak nitelemektedir (Ünal 1986, 304). O halde heva ayni zamanda ilme alternatif haline getirilen birseydir. Ilm'in ana kaynagi ise Kur'an'daki "sana gelen ilm'den sonra" (Bakara:120 ve 145) ve "sana gelen hak'tan sonra" (Maide:48) gibi ifadelerden anladigimiz üzere vahiydir. Vahye ise heva bulasmamistir; çünkü, Kur'an'da belirtildigi gibi, Resulullah sapmamistir ve azmamistir; hevasindan degil, bildirilen bir vahy ile konusur (Necm:2-4). Oysa inkarcilarin iddialarini destekleyen bir delil Allah tarafindan gönderilmemistir ve inkarcilar ancak zanna ve nefislerinin hos gördügü hevane uymaktadirlar (Necm:23). Bu yüzden de onlar "bilmeyenler"dir; yani hevasini ilah edinmis kulagi ve kalbi mühürlü ve hidayete ermeyecek olanlardir (Furkan:43; Casiye:23).
Heva mevzuunu vahy ile karsilastiran alimler, toplum hayatini tanzim etmede dine yönelik itirazlarin ve hareketlerin kapsamli adini heva olarak anmaktadir. Satibi bunu söyle formüle etmistir: Bir vahye dayali düzen vardir; bir de heva. Üçüncüsü yok. Vahy ise insanlar arasinda Allah'in indirmis oldugu ahkam disinda birseyle hükmetmeyi reddetmektedir: "Ve sana Kitabi da indirdik, kendisinden evvelki [semavi] kitabi tasdik edici ve üzerinde bir muhafiz olmak üzere. Artik aralarinda Allah Teala'nin indirmis oldugu [ahkam] ile hükmet. Ve sana gelen haktan [ayrilip da] onlarin hevalarina tabi olma. Sizden herbiriniz için [vaktiyle] bir seriat, bir açik yol kilmistik...." (Maide:48). Bu ayetden anlasilacagi gibi, hevalarina uyanlardan olmayanlar, Allah'in indirdigi ile hükmederler. Bunun sebebi ise oldukça açik: "Hükm ancak Allah'indir, O'ndan baskasina ibadet etmememizi emretti." (Yusuf:40); çünkü Allah'in üstünde hakimiyet mercii olmadigina göre, "O kimseyi hükmüne ortak yapmaz" (Kehf:26). Bu durumda, Allah'a ibadet edenler ve O'nun din konusunda seriat sahibi kildigi Resul'u izleyenler bilmeyenlerin hevasina uymaz (En'am:56; Casiye:18).
Dolayisiyla, burada ayetlerle üzerinde durulan noktalar, laik olmayan bir toplumun sifatlarini tanimada bize isik tutuyor: Hükmün ancak Allah'a ait olduguna inanan ve yalnizca O'na ibadet eden ve seriat sahibi kildigi Resul'u izleyerek hevalarini ilahlastirmayan mü'minler toplulugu. Islami hareket ise, bu toplulugu ortaya çikarma ugruna Resul'u izleyenlerin eylemidir. Bu eylemin icraat sahasi ise dinin kurallari ile belirlenmistir. O halde simdi din kavramina ve oradan yola çikarak da Islami hareketlerin mevcudiyet sebeplerini izah eden bir yaklasima ihtiyaç vardir. o
Not: Yazida gösterilen kaynaklar yazimizin ikinci kisminin sonunda verilecektir.
1 Bu konuda sayfa siniri sebebiyle daha fazla izahda bulunmamiz imkansizdir. Ilgili hususlarda bkz. (Parsons 1968) ve (al-Attas 1985).
[2] Burada 'us' kelimesi, Ingilizcedeki 'reason' kelimesinin kavramsal karsiligi olarak kullanilmistir. Kur'an'daki 'akil' kavramini 'reason' kelimesi ile kavramsal düzeyde ayni görmek önemli bir hata oldugu için, hemen hemen ayni manadaki 'us' kelimesinin kullanilmasi tercih edilmistir. 'Us' sadelesme akimi ile gündeme gelen bir kelime olmakla beraber aslen Türkçedir; fakat Anadolu Türkçesinde, bazi yöreler hariç hemen hemen kullanilmayan bir kelime idi.
[3] Yazida zikredilen ayetlerin Türkçe karsiliklarin aktarilmasinda Ömer Nasuhi Bilmen'in Kur'an-i Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri'nin birinci ve ikinci ciltleri ile Diyanet Isleri Baskanligi yayini olan Kur'an-i Kerim ve Türkçe Anlami, 1961 baskisi esas alinmistir.